Birlik İlmi
  Peker SELÇUK- VAHDET-İ VÜCUD TASAVVUF
 

VAHDET-İ VÜCUD / TASAVVUF

 

Fizik ve fizik ötesi gerçeklikler ve içinde bulunduğumuz evren BİR'dir. O da ALLAH'tır. Vücud-u Mutlak (salt varlık) diye algıladığımız ALLAH, ayni zamanda Hüsn-ü Mutlak (salt güzellik)tir.

 

ALLAH'ın kendi güzelliğini görmek istemesi sonucu evren meydana gelmiştir. (Tecelli Etmiştir.)

 

Hava-su-toprak ve ateş ile görünen evren, ALLAH'ın görünüşü için geçici bir ayna gibidir. Buna Adem-i Mutlak (salt yokluk) diyoruz. Evrende önce canlı, cansız varlıklar ve en sonra insan oluşmuştur. İnsanda varlık-yokluk öğesi birlikte bulunur. İnsanın amacı yokluk öğesini ortadan kaldırıp asıl kaynağa yani ALLAH'a ulaşmaya çalışmaktır.

İşte tasavvuf dediğimiz klasik görüş yukarıda çerçevesini belirlediğimiz VAHDET-İ VÜCUD inanışından doğmuştur. Tasavvufa göre ALLAH, Vücud-u Mutlak'tır. Bütün varlıklar onda mevcuttur. O bir güzelliktir, cemaldir, hüsn-ü mutlaktır. İşte ilahi gerçek budur. Bu güzellik, önce bir nur halinde idi. Bu halin ne görecek gözü ne de vecde gelecek gönlü vardı. O yalnız nur halinde bir güzellikti. Bu güzellik, görmek ve sevmek için nur olan varlığı TECELLİ ettirdi. Ve EVREN meydana geldi. Onun içinde yıldızlar alemi, insanlar, hayvanlar, nebatlar doğdu.. O güzel olan bu varlıklara GÖNÜL verdi. Aşk doğdu. Evrenin oluşu bu aşk sebebi ile gerçekleşti. Bir şair:

 

"Kendi hüsnün hublar şeklinde peyda eyledik

Çeşm-i Aşktan dönüp sonra temaşa eyledik."

Diye veciz bir şekilde bu fikri ifade etmiştir.

Varlıklar tecelli edince üç cevher meydana geldi.

- Vucud-u Mutlak

- Hüsn-ü Mutlak

- Hayr-ı Mahz

Yani, varlık-güzellik-iyilikler..

Sonra bunun zıtları doğdu. Bunlar,

- Adem

- Kubüh

- Lahayr

 

Yani, yokluk-çirkinlik-kötülüktür.

 

Fakat yokluk, kötülük, çirkinlik birer hayaldir. Hakiki varlık, HÜSN-Ü MUTLAK'tır. O ALLAH'tır.

 

İnsanlar ve diğer varlıklar da O'nun birer zerreleri ve tecellileridir. İnsanoğlunun amacı bu ana varlığa (yani ALLAH'a) aşk ile vasıl olmaktır. Bu vuslata erme (kavuşma) hadisesi, "Fena Fillah" mertebesi olarak tanımlanır. Bu gayeye erişmeye mani olan (nefis)dir. O halde nefse galebe çalmak için (AŞK) lazımdır. Yokluğun karanlığını giderecek, bizi Hüsn-ü Mutlak'a, Memba-i Lahutizm'e götürecek ancak odur. Bu nedenle yokluktan-çirkinlikten-şerden-ikilikten kurtulmak lazımdır. Bu mertebede her şey Hüsn-ü Mutlak görünür. Kendi iç alemine dönünce orada Vücud-u Mutlak'ı görürüz.

O zaman ancak HAK ile HAK olunur. Bu mertebeye ilahi aşk ile varılır. Tekliğe, BİR'liğe yani Vahdet-i Vücud'a ulaşılır. Aslolan TEKLİK, BİRLİK'tir. İnsanın tekammül ederek, Kamil İnsan haline dönüşmesi ve böylece Allah ile birleşmesi varlığın yegane gayesidir.. Var olan herşey, ALLAH'tan südur etmiş olduğuna göre O'nunla özdeşleşmekten başka bir yol yoktur. Ruh bu özdeşleşme anı için çırpınır. Yükseliş bir sırdır ve mertebelerden sonra; tırmanıştan sonra varılan yerdir. Bir zorlu merdivenlerin, basamakların çıkılması gerekir. Nasıl mı?

1. Basamak: TEVBE

Günahı unutturmaktır. Günahı unutmandır. Günah olan fiilin izini kalbinden öyle çıkaracaksın ki ruhunda bundan eser kalmasın. Böylece bu dünya yaşamında günahı kesin olarak tanımamış biri haline gelirsin.

 

2. Basamak: ZÜHD

Elde mal, kalpte mal sahibi olma arzusunun bulunmaması. İnsan kuldur. Kölenin malı ve mal edinme arzusu olmaz. Lüzumlu olanı terk etmek. "Zahid"e "Malik" olan sadece ALLAH'dır.. Başka bir sebep ve menfaat ona hakim olamaz.

 

3. Basamak: SABIR

Sabır, Allah-u Teala'dan bir çıkış kapısı açılmasını beklemektir. Sabır, sabırda sabretmektir.

 

4. Basamak: FAKR

Var olanı kaybetmemek için, var olmayanı talep etmemektir.

Haşr Süresi (59), 9. Ayetinde işaret edildiği üzere Fakr, bir şeye sahip olmamandır. Sahip olduğun zaman da bu şeyin olmamasıdır.

Fakr, var olan şeyi yok etmek ve yok olan tüm şeyleri terk etmektir. Yani elde olanı başkasına vermek olmayanı talep etmemektir.

 

5. Basamak: TEVAZU

Şevkat kanatlarını insaların üzerine germek ve onlara yumuşak davranmak.

Tevazu, gaybı bilen ALLAH karşısında, kalbin zillet içinde bulunmasıdır. Alçak gönüllülük, azlıkla iftihar etmek, zilleti kucaklamak ve insanların yükünü taşımaktır.

 

6. Basamak: HAVF (Korku)

ALLAH'tan korkan, kimseden (kişiden) herşey korkar. Yüce ALLAH'ın korkusu ile öbür korkulardan gaip olunmuştur.

Bir insan eşyadan gaip olmuşsa, eşya da ondan gaip olur.

Ateş, ateşin hararetini hisseden kimseyi yakar. Bir kimse ki ateş olmuştur, ateş onu nasıl yakabilir!?

 

7. Basamak: TAKVA

ALLAH ile sukün bulan, huzur bulan ve bu halden zevk alan, hoşlanan bir kulun O'ndan başkasından sakınması gerekir.

ALLAH'tan başkasını, başkalarını terk etmek.

 

8. Basamak: İHLAS

Hangi konuda olursa olsun, Hakk'ın rızasına uygun düşen iştir. Halis amelle kulun herşeyden kesilerek Ulu ve Yüce ALLAH'a yönelmesi ve işlediği her işten dolayı O'na dönmesidir. Her fiilin bir tövbe olarak görülmesidir.

Kulu başarılı kılan ALLAH'tır.

 

9. Basamak: ŞÜKÜR

Kul şükrederse, ALLAH onun başarısını daha da artırır. Şükür, nimeti vereni tanımak, O'nun yetiştiriciliğini ikrar etmektir.

 

10. Basamak: TEVEKKÜL

La havle vela kuvvete: "Günühtan dönmek ve taate yönelmek, zararı def etmek ve fayda sağlamak; kulun değil sadece ALLAH'ın kuvvetiyle olur" diyerek, kuvvet ve güçten çıkmaktır, sıyrılmaktır.

Tecelli eden, kaderin hükmüne teslim olmak.

 

11. Basamak: RIZA

Rıza, kulun iradesini terk etmesidir. İlahi irade hükmünü yerine getirirken, kalbin huzur ve sükun içinde olmasıdır.

 

12. Basamak: YAKİN

Şüphenin ortadan kalkmasıdır. Yakin "kaderin tecellilerine" itiraz etme halinin katiyen mevcut olmamasıdır. Gözün gördüğü herşey ilim, kalbin bildiği şeylerin tümü, yakindir.

Yakin=Kalp Gözü'dür.

Rabb'in Arşı'nı görür gibi olmak. Gayb ile aradaki perdelerin kalkması, müşahadenin gayb ile birleşmesidir.

Nitekim denir ki: "Aradaki perde kalksa, yakinim artmaz."

 

13. Basamak: ZİKİR

Zikir esnasında mezkur (yani zikredilen ALLAH'tan) başkasını unutmaktır. Nitekim, "unuttuğunuda Rabbini zikret" (Kehf 18/24) buyrulmuştur.

Zikr: Hatırlamak

Zikredene Zakir denir.

Zikredilene Mezkur denir.

Lisan Zikri: ALLAH'ın adını söylemek.

Kalbin Zikri: ALLAH'ı düşünmek suretiyle olur.

Sufiler ve Zakirler, Mezkuru (ALLAH'ı) zikr içinde anarlar.

 

14. Basamak: ÜNS

Heybet hissi mevcut olmakla beraber, haşmet duygusunun ortadan kalkması. Kulda korkudan çok ümit halinin galip gelmesi.

ALLAH'la konuşma saadetine nail olan Hz. Musa, "Rabbim kendini bana göster, sana bakayım, seni göreyim." (Araf 7/143) dediğinde, şöyle buyurmuştu: "Beni göremezsin demek, hiçbir zaman beni göremezsin, göremeyeceksin demek değil; yani şimdi buna takatin yetmez demektir."

Hz. Musa'nın Ahirrette olacak bir şeyi bu dünyada istemesi, ÜNS ve samimiyet halinin bir sonucudur.

Üns ve ünsiyet: Ülfet etmek, ısınmak, nazlanmak, samimi olmak. Cana yakın olmak. Birinin yanında çekingen ve resmi olmamak. Sevenin sevgilisi ile hem dem olması.

 

15. Basamak: KURB

Kurb, itaattir. ALLAH'a yakın olmak. İtaat ettiğin ölçüde ALLAH'a yakınsın.

Kurb, araya giren engelleri kaldırma.

 

16. Basamak: İTTİSAL

Bitiştirmek, ulaşmak, vasıl olmak, vuslat. Kulun sırrı ile ALLAH'tan başka herşeyden ayrılması, ruhunda Hakk'tan başkasını görmeme hali. Hz. Muhammet "ALLAH'ı görüyormuş gibi ibadet et." Hz. Ömer, "şurada ALLAH'ı görür gibi olduk!" derlerdi.

 

17. Basamak: MUHABBET

Sevgi, sevmek, aşk, dost edinmek. Muhabbet, ALLAH'ın emrine itaat etmek, men ettiği şeyi terk etmek. Hükmüne ve takdirine razı olmak.

Muhabbet, sevdiği her şeyi sevgilin için tercih etmek. Sevdiğin herşeyi dostuna feda etmek.

 

18. Basamak: TERK-İ TERK

Hırsı, tamahı terk ettikten sonra; duygu, haz, huzur ve ne varsa bu minval üzere dünyada, hepsini terk ettikten sonra ve hatta Terk-i Dünya (dünya nimetlerini terk), terk-i ukba (öbür dünya nimetlerini, cenneti bile terk) yaptıktan sonra, kendine dönüp,"başka birşey kaldı mı acaba?" diye sormak...

Sormak şüphesini, ihtiyacını dahi terk etmek.

Vahdet-i Vücud inanışının ermiş tasavvuf ehli olan, Mevlana-Hacı Bektaş Veli- Hacı Bayram ve Yunus Emre bu ilahi aşkın ateşi ile yanıp tutuşmuşlardır.

Yunus, ALLAH'ın zengin bir içi varlığı ile yarattığı, donattığı yüce bir zattır.

Dilerseniz Yunus'tan söz edelim biraz da.

Köyünde çifti çubuğu ile uğraşırken o yıl kıtlık olur. Kırşehir'de Sulucahöyük'te Hacı Bektaş Sultan adında bir piri fani kendine başvuranlara buğday veriyor, yardımda bulunuyor derler.

Yunus bunu duyunca yola çıkar. Eli boş gitmek istemez. Ne yapsın? Dağlardan alıç toplar. Onları götürür.

Onun bu davranışını beğenen Hacı Bektaş, 3 gün konuk ettikten sonra içerden haber gönderir.

Sorun kendisine;

- Buğday mı diler, erenler himmeti mi?

- Ben himmeti ne yapayım? Buğday isterim. Der.

İçerden yine haber getirirler.

- O alıcın her tanesine nefes edeyim; isterse çekirdekler sayısınca himmet eyleyeyim!

- Ben himmeti ne yapayım; buğday isterim der.

Bunun üzerine buğdayları alıp yola çıkar. Yolda aklı başına gelir.

- Ben ne yaptım! himmet olsaydı, buğday da bulurdum. der. Gerisin geri döner. Hacı Bektaş'ın yanına varır.

- Buğdayları boşaltsınlar. Sen bana himmet ver der.

Hacı Bektaş da,

- O geçti artık! O ihsanın anahtarını biz Taptuk Emre'ye verdik. Sen git nasibini ondan al. Der.

Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli'den aldığı buyrukla Taptuk Emre'ye gider.

( Senin dergahına odunun bile eğrisi yaraşmaz.) diye yıllarca düm düz odunlar taşıyarak hizmet eder.

Taptuk Emre ona: (Nefsini bil... Gerçek nedir?) Evrenin gerçeği, benim gerçeğim diye diye, araştıra araştıra yıllar geçirir.

Yunus bir gün, ( yıllarca can-baş ile hizmet, en çoşkun kutsal sevgi ile bağlılık gönlümde neyi aydınlattı? Gözümden hangi perdeyi kaldırdı? Hangi gerçeğe ulaştım?) diye kendine soruyor. Gelişimden bu güne bir başkalık göremedim diye üzülüyor. Düşüncelerle dolu uykusuz bir gecenin bitimine yakın, Taptuk'un dergahından yola düzülüyor.

Rastladığı iki yabancı dervişle selamlaşıp birlikte yürüyorlar. öğle olunca, bir ağaç gölgesine oturuyorlar. Dervişlerden biri ötekine:

- Haydi dost sıra sende. Buyur da lokmamız gelsin; lokma edelim deyince, öbür derviş içine bükülüp niyaz ediyor.

Yunus bakıyor ki önlerine üç kişilik bir sofra gelmiş. Birlikte lokma edip yola koyuluyorlar. Akşam ikinci derviş niyazını yapınca, yine sofra geliyor. karınlarını doyuruyorlar. Hoş beşten sonra yatıyorlar.

Yunus'un gözüne uyku mu girer? Bunlar nasıl ermiş kişiler? Bunların uyarıcısı ( mürşidi) kim? Meğer ne uyarıcılar varmış ki ne dervişler yetiştirmişler... Bir yolunu bulup öğrensem de gidip ona kulluk etsem. Diye düşüne düşüne sabahı etmiş. İçinde bunaltıcı bir düşünce de şu: "Sabah olunca bir de bu fakir Yunus'a haydi bakalım sıra sende derlerse nice olur? Bizde bu kudret nerede?" Bırakıp kaçacak amma kulluk edeceği kapıyı öğrenmek isteği onu alıkoyuyor.

Derken sabah olur el yüz yıkanır. Dervişin biri Yunus'a

- Ey Dost, şimdi sıra sende... Buyur duanı et de lokmamız gelsin... Deyince. Yunus büsbütün şaşırıyor. İçinden "bu ermişler kime dua edüp lokma getirtdilerse fakir de ona yakarayım, belki onun himmeti ile utanç duymayız" diyor ve öylece niyazını yapıyor.

Gözlerini kaldırınca her birinin önlerine ayrı ayrı sofralarla yiyecek gelmiş olduğunu görüyor. Dervişler hayrette ya, Yunus büsbütün şaşırmış halde, lokmalarını edince aralarında şu konuşma oluyor.

Yunus:

- Erenler, Allah aşkına söyleyiniz kime dua edersiniz de lokmalarınız gelir.

Dervişler:

- Canım söyle bakalım sen kime ettin de geldi?

- Fakir, sizin yüceliğinizi görünce yerlere geçtim. İçimden "Bu ergin dervişler hangi himmet-i yüce makama dua ettilerse ona edeyim de, Hak isterse utanç duymam" diye düşündüm ve sizin dua ettiğiniz yere yalvardım. Kerem edin de uyarıcınızın adını bağışlayın, gidip ona kulluk edeyim.

Dervişlerden biri der ki:

- Bu yakında yaşayan ermişlerden bir derviş Yunus Emre vardır. Biz ona her zaman himmet ve inayetinden yardımlar dileriz. Lokmamız gelir.

Bunun üzerine Yunus'un aklı başına geliyor. Selamlaşıp ayrılıyor. Geriye Taptuk dergahına soluk soluğa vardığında sabah olmak üzeredir.

Yunus, Taptuk'un eşi Ana Bacı'nın yanına gidip durumu soruyor.

O: - Sen gidince bir defa aradı. Gitmiş dedim. Bir daha sormadı... Ne akla uydun da kaçtın Yunus? Ben karışmam. Git kendin bağışlamasını dile diyor.

Yunus'un yalvarması üzerine:

- sana ancak şöyle yardım edebilirim. Git kapı eşiğine yat. Taptuk'un gözü görmüyor; kolundan tutup kapıdan dışarı çıkarırken ayağına takılırsın. O, "bu kim?" diye sorar. Ben de Yunus derim. Eğer "hangi Yunus?" diye sorarsa hiç buralarda durma; git. Yok, "bizim Yunus mu?" diye sorarsa eline yapış bağışlamasını dile diyor.

Böyle yapıyorlar; Taptuk, "bizim Yunus mu?" diye sorunca Yunus, mürşidinin ellerine yapışıyor; o da kendisini bağışlıyor. Yalnız Taptuk;

- Yunus, biz seni kapalı kutu olarak yollamak isterdik. Ama sen kutuyu açtırdın.

Dergahtan baltasını alan Yunus, yine oduna gider. Fakat hali değişmiş Yunus'a bakın ki hangi ağaca balta kaldırsa:

- Aman bana kıyma! diye ses gelir.

Odun kesemez olur. Yerlerde birkaç kuru odunu toplamaya çalışır. O çırpınma ve telaş içinde baltasını ve ipini yitirir. Topladığı birkaç kuru odunu büyük bir yılanı ip gibi kullanarak sırtlar, dergahta yere yıkar. Bir de bakar ki ormandaki bütün kuru odunlar, dallar ardı sıra gelip dağ gibi yığılmışlardır.

Bu hali gören Taptuk Emre, kendisine icazet verip;

- Sana filan yeri yurt verdim. Orada canlar uyandır! deyince, Yunus bu icazeti ağzına atıp yutar ve

- Bu fakir, Yunus Emre'yi bir kağıt parçası ile mi gül yüzünden yoksun edersin? der.

Yine söylenir ki, O zaman Yunus, 3003 nefes söylemiştir.

1001'i gökteki melekler için,

1001'i deryadaki canlar için,

1001'i dünyadaki insanlar için...

 

Peker SELÇUK

Süper İnsanlık Realitesi Derneği

BİR SEMPOZYUMU Konuşma Metni

Caddebostan Kültür Merkezi (CKM)

02.10.2009


 
  Bugün 95 ziyaretçi kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol