Birlik İlmi
  Selma MİNE - İNANÇLARIMIZ VE BİZ
 

İNANÇLARIMIZ ve BİZ

Böyle bir sempozyum düzenlediğiniz için sizleri kutluyorum. Ruhsal ve Zihinsel Aydınlanma Derneği olarak yılbaşından beri 19.toplantımızı yaptık ve her şeyi sorguladığımız bu çağda, biz de sorular sormaya başladık. Günümüze kadar, dünya kadar bilgi indi. Bilgilendik, bilgileri paylaştık. Bir şeyler aldık, alamadık… ama bütün bunların sonucunda, biz ne yaptık? Bizde neler kaldı? Onları sorgulamaya başladık. Ve bu soruların cevaplarını bulduğumuz nispette, gerek benden önce konuşan Mualla Hanım’ın olsun, gerekse benden sonra konuşacak arkadaşlarımın olsun anlattıklarını ne kadar içselleştirdiğimiz, ne kadar uyguladığımız, ne kadar onlarla birlikte olduğumuz ya da olamadığımızın yanıtlarını dürüst olarak kendi kendimize verdiğimiz zaman, nerde durduğumuz veya nerde olduğumuz ortaya çıkacak.

*İnançlarımız, gerçekte bizim aklımızın yatmadığı, gönlümüzün kabullenmediği, içimize sinmeyen değerlerle mi; yoksa bize öğretilen, dayatılanlarla mı şekil almaktadır?

*İnanmadıklarımızın gerçekten de “inanılmaz” olduğu ile ilgili yeterli bilgiye sahip miyiz?

*Konuyu derinlemesine biliyor muyuz? Bilgimizi yeterli mi buluyoruz? Yani bildiğimizi, bildiğimizi mi sanıyoruz? Yoksa bilmediklerimizi itiraf, nefsaniyetimizi mi zedeliyor?

*Yanlış gördüğümüz veya bildiğimizi bize fısıldayanlara, konuyu bize öğretenlere hakaret olur düşüncesiyle, ters ve katı mı davranıyoruz? Yoksa doğruyu savunanların üzerine eksikleri savunarak giderken, bir tür eğlence mi arıyoruz? İskambilden kurduğumuz şatoları çökmekten mi korumaya çalışıyoruz?

*Tüm kavramların maddede, manada, eylemde, durumda, fikirde, duyguda, içte, dışta, altta, üstte,… karşılıklarının olduğunu kabul ediyor muyuz, etmiyor muyuz? Bir kavram veya yasanın kabulü ve reddindeki o ince sınırda, “ince düşünmek” gibi bir yeteneğe sahip miyiz? Yoksa “boş vermek” gibi bir lüks içinde miyiz?

*İçinde bulunduğumuz koşullardan huzursuz ve rahatsız mıyız? Yoksa ayetlerde sözü edilen ve içinde yaşadığımız bu “hesaplaşma” döneminde; çok sıkıntı çekenlerle, sıkıntılarına dahi şükredenler arasındaki fark bizi şaşkına mı çeviriyor?

*Bunca savaşlarda kendilerini bir fikir veya ülke uğruna öylesine kolay feda eden kişilerin içsel bilgilerinde, bu sistem tanımının ve yeniden daha güzel bir hayata doğmanın inancı yok mudur?

*İnançlı ve ahlâk yasalarını uygulayanlarla, inançlı ama uygulamayanlar arasında doğan çelişkiler sonucu, “bir sonraki yaşamımda yaparım, şimdi istediğim gibi yaşarım” dendiği için mi “öldükten sonra tekrar dirilme” bilgisi örtülmüştür?

*Günümüzde böylesine maddeye bağlılık ve “ölüm” korkusu, temel sistem yasalarının unutulmuş veya göz ardı edilmiş olmasından mı kaynaklanmaktadır?

*Kendi yarattıkları unsurlara (ilâhelere) tapan toplumların, o putlar çöktüğü zaman yaşadıkları korku ve kargaşa, inanç eksikliği ve görme (idrak) noksanlığından, zihinsel melekelerini (Yüce Ruh, El-İlâh) tam kullanamamalarından olabilir mi?

*İnançsız ve ahlâk yasalarını uygulayanlarla, hem inançsız hem de uygulamayanlar arasındaki uçurum; inançlı ve ahlâk yasalarını uygulayanlarla, inançlı ama uygulamayanlar arasındaki uçurumdan ne kadar farklıdır?

*Bu büyük saçaklanmada, dürüstçe yerimizi kestirebiliyor ve kendimizle yüzleşebiliyor muyuz?

*İçinde yaşanılan düzensizliği, kargaşayı, zulmü, öfkeyi, cinneti, şiddeti kendimizde değil de Tanrı’da arama sorumsuzluğuna sığınmak, bizi kurtarıyor mu?

*Korkularımız, yeterli bilgilerimizin olmayışı dolayısıyla, bir tür sigorta gibi bizi yaşamın bu muhteşem döngüsüne karşı uyaran ve bilgilenmeye iten itenekler midir?

*Muhteşem bir yazılımın, programın ve deneyimin, her düşünce katmanına ve gücüne göre (bitkisinden hayvanına, tüm canlılığı ile) dünya sahnesinde yaşadığının idrakinde miyiz; yoksa ne idüğü belirsiz, yuvarlanıp giden bir sistemin içinde, öylesine biz de yuvarlanıp gidiyor muyuz?

“Tüm dünya sonunda İslâm’a gidecek” ifadesindeki “kurtuluş”, başına gelen felaketler sonunda, bu büyük yelpazedeki tüm bireylerin ve toplumların; bu temel yasaları anımsayacağı ve bu yasalarda yeniden birleşeceği (secde edeceği) dönem mi olacaktır?

*Edindiğimiz bilgiler kendi çabamızla elde ettiklerimiz midir, yoksa bize dayatılanlar mıdır?

*Bize sunulan bilgiler üzerinde düşünüyor ve fikir yürütüyor muyuz? Bize uyumlu mu geliyor, ters mi geliyor? Bizi rahatlatıyor mu, rahatsız mı ediyor?

*Duygularımıza yön verebiliyor muyuz? Yoksa dizginlemek için kendimizi helâk mi ediyoruz?

*Olayların amacı ile bize yaptığı tesir ve bizim ondan alacağımız dersler arasındaki sınırların ayırdında mıyız?

*Gerçek ile sanrı/zan arasındaki farkı kavrayabiliyor ve dürüstçe ayırabiliyor muyuz?

*İnançlarımız “şuurlu” mu yoksa “dogmatik” mi? Aklımızı kullanarak ve gönül/vicdan süzgecinden geçirerek mi inanıyoruz, yoksa hâlâ korkuların esiri miyiz?

*Gerçek bilgi, sanrı bilgi ve çalma bilgi farkının farkında mıyız?

*Doğru bulduğumuzun DOĞRU’luğunu tasdik ediyor muyuz? Yoksa işimize geldiği için mi onu doğru görüyoruz ve doğruluğunu savunuyoruz?

*Doğru olmadığı halde doğruluğunu savunduğumuz gerçek, GERÇEK midir? Yoksa nefsimizin yarattığı birtakım kandırmacalar mıdır? Ne kadar yapmacık bir dünyada yaşayabiliriz? O yıkıldığı zaman, bizi kim kurtaracak?

*Başkalarının bakış açısıyla bakabiliyor ve onların gördüğünü görebiliyor muyuz? Yani beşer kalıplarına sıkışıp at gözlüğü ile mi bakıyoruz; yoksa onların düşüncelerini de kucaklayacak bir bakış açısına sahip miyiz?

*Mücadele edip sonucu beklemek SABIR; maddî-manevî yükümlülük (dayanma gücü), TAHAMMÜL’dür. Sabırsız mıyız, tahammülsüz müyüz?

*Ruhsal Yasaları Yaşamımızda DOĞRU kullanıyor muyuz, yoksa artık onlara da mı tahammül edemiyoruz?

*Neden dünyayı kendimize “dar” ediyoruz?

*Kararlarımızda, düşüncelerimizde, davranışlarımızda, samimi miyiz? Yoksa başkalarına güzel, hoş görünmek için nefsimizi mi okşuyoruz?

*Sözlerimizde dürüst müyüz, kıvırıyor muyuz? Samimiyet bahanesiyle, kendimize mi eziyet ediyoruz?

*Mücadelemizde haklı mıyız, haksız mıyız? Yoksa “spor olsun” diye mi ortalığa dökülüp kendimizi gösteriyoruz.

*Düşünce tarzımıza, kararlarımıza göre mi, yoksa başkalarına göre mi yaşıyoruz?

*Velhâsıl… göründüğümüz (ama olamadığımız) gibi olma kararlılığını gösterebiliyor muyuz? Yoksa olduğumuz (biz kim ve nasıl isek öyle) gibi görünmeye cesaretimiz var mı?

*Hepliğin “var eden” tarafında mıyız? Yani hayra, doğruya, iyiye, güzele, bilgiye mi hizmet ediyoruz? “Var’dan VAR” mı ediyoruz?

*Hepliğin “yok eden” tarafında mıyız? Yani var olanı beğenmeyip, mevcudu devreden kaldırarak yeni var oluşlar mı düşlüyoruz?

*Hiçliğin “var eden” tarafında mıyız? Yani değişim için var olanın değişmesinde zaman/ ortam faktörlerini devreye koyarak, yavaş ve düzenli bir değişimi mi öngörüyoruz? Yani “Yok’tan VAR” mı ediyoruz?

*Hiçliğin “yok eden” tarafında mıyız? Yani var olanı ortadan kaldırmak için zaman/ ortam faktörünü devreden çıkararak ani, sert ve saldırgan düşünce ve eylemler mi bize yatkın geliyor?

*Yeterince araştırıp, düşünüp, bilgi sahibi olmak yerine, kendimizi kızağa çekip, bir şeylerden korkma lüksünü mü yaşamaktayız?

*Korkmanın keyfini tadarak kendimize veya korkutmayı körükleyerek (korku edebiyatı ile) başkalarına, gerek düşünsel gerekse fiziksel ne tür bir veri sağladığımızı düşünüyor muyuz?

*Tüm bilgileri sentezlediğimizde, tam olarak yeni bir çağa sıçramaya pek bir şey kalmadığını görebiliyoruz. Çalkantıların içinde savrulanlardan olarak keyif mi alalım? Programı gözlemleyenlerden olarak huzur ve sükûnet içinde mi kalalım?..

*Düşünmeyi yasaklayan ve sadece töresel ritüellerle yaşamı sürdürmeyi yeğleyen; giderek anlam değiştirmekte olan inanç sembollerini güncel dille anlatamayan öğretilerin temsilcileri, fikir ışığımızı nasıl yakacaklar?

*Işığı yanmayan zihinler, ruhsal aydınlanmayı nasıl yaşayacaklar?

*Sadece dost bildiklerimize değil, dost olmadıklarımıza karşı da DÜRÜST müyüz?

*Onların da ıstıraplarını veya sevinçlerini, mutluluklarını paylaşabiliyor muyuz? Yoksa ıstıraplarına, hatalarına, hastalıklarına, kayıplarına seviniyor; sevinçlerine, kazançlarına ve mutluluklarına üzülüyor muyuz?

*DOĞRU İDRAK edebiliyor muyuz? Yoksa işimize geldiği için mi “doğru” kabul ediyoruz? Böyle bir “önyargı” bizi nereye götürür?

*Her şeyin milyonlarca yıldan beri kurgulanan, Yüce Aklın, madde âlemde yaptığı deneyimler olduğunu kavrayabiliyor muyuz? Bizden önce var olan ve bizden sonra da var olacak olan bu müthiş düzenin neresindeyiz? Nasıl bir eylem içindeyiz? Görevde miyiz? Hizmette miyiz? Yoksa bize görev verilmesini ya da hizmet edilmesini mi bekliyoruz? Kimin tarafından?

*Yoksa her şey boş, doğal yasalara dayalı gelip-geçici bir sürüklenme midir? Peki, o yasaları koyan kimdir veya böylesine matematiksel bir düzen nasıl oluşmuştur? “Doğallık” nedir, nereden sonra “yapaylık” ile kucaklaşmaktadır? Onu da, bunu da, şunu da biz yaratmaktaysak eğer… BİZ KİMİZ?

*Kendimizden vermiyor, bir şey üretmiyor; sadece istiyor ve edindiklerimizle eğlenip övünüyorsak, biz hangi taraftayız?

*Üretip sunduklarımızı kendimiz için mi, toplumun hayrına mı yapıyoruz?

*Yoksa tanrıya ve ne olduğunu kavrayamadığımız kadere (programa) kızıp, beklenti ve sanrılar içinde oyalanıp duruyor muyuz?

*Eğer kendimize karşı dürüst davranırsak, hangi düzeyde olduğumuzu görmemiz olasıdır!

*Nefsaniyetimiz mi konuşuyor? Egolarımızla kendimizi tatmin edip, dünyayı kurtarma veya değiştirme çabasında mıyız?

*Ruhanî yönümüz mü devrede? Duru-duyularımızın renkli dünyası bizi oyalıyor; ince nefsimiz ile kendimizi tatmin edip soyuta yükselmeyi gereksiz mi buluyoruz?

*Fikir ve düşüncelerde saplantılarımız var mı? Kendimizi yenileyebiliyor muyuz? Yoksa eskiye bağlanmak bizi rahat ve huzurlu mu kılıyor?

*Nurânî (ışık) yönümüz mü devrede? ”Dost acı söyler” deyiminde olduğu gibi, yegâne dostumuz olan “Tanrısal Öz”ümüzün sesi bizi rahatsız ediyor mu? Onu bastırmaya, duymamaya çalıştığımız oluyor mu? Kendi kendimizden kaçabilir miyiz?

*Aklımızdan geçen bir sözü karşımızdaki kişiden duyduğumuzda “Benden daha uzun yaşayacaksın!” ifadesi nasıl bir gerçeği yansıtmaktadır?

*Bir yerde ettiğimiz bir kelâmın başka bir yerde başka birinin ağzından da duyulması; verilen bir bilginin başka bir yerdeki başka birinin yazdığı bir kitapta da yer alması, “ortak aklın” ve “ortak düşünce”nin akışından başka nedir ki?

*Hiçlikten yokluğa, yokluktan varlığa çekilen ve adlandırılan her yeni kavramın ve oluşumun, Yüce Öz Bütününden gelen bir değer olduğunu ne zaman kavrayacağız?

Sorular çok arkadaşlar, ama önemli olan şudur: Doğru İBADET, yani doğru bir yolu tutturabilmek, doğru bir YAŞAM’da olabilmek, doğru HAREKET edebilmek, doğru MÜCADELE edebilmek, doğru KELAM edebilmek, doğru GÖRÜŞTE ve doğru DÜŞÜNCEDE olabilmek, doğru KARAR verebilmek, doğru bir YARATIMDA ve de tabii ki gelecek hayat KİTABIMIZI doğru YAZMA yolunda olabilmek…

Bunlar, Uzakdoğu bilgilerinde DOĞRU YOL’un tanımlarıdır. Doğru Yol’un 8 anahtarına yaptığımız ilavelerle 10 kat çıkıyor karşımıza…

Diyor ki yine bir Uzak Doğulu bilge:

Ahmaklığının farkında olan ahmak, hiç değilse o kadar akıllıdır;
ama kendini akıllı zanneden ahmak, gerçekten de ahmaktır!

Teşekkür ederim.

Soru: Sevgili Selma MİNE, İNANÇ ve AHLÂK YASALARI üzerine bir açıklamada bulunur musunuz?

İnanmak… ama neye inanmak? Şöyle dört kaba gruba ayırmak olasıdır:

İnananlar ve ahlâk yasalarını uygulayanlar.
İnanmayanlar ama ahlâk yasalarını uygulayanlar.
İnananlar ama ahlâk yasalarını uygulamayanlar.
İnanmayanlar ve hiçbir şeyi uygulamayanlar.

O zaman “İnanç” veya “İnanmak” dediğimiz şeyin ne olduğunu sorgulamak lazım. Geçmişten günümüze doğru temelde bir sistem kurulmuş ve bu sistemin belirli kuralları konmuştur. Bu kuralların ne olduğudur bizim “inanç” dediğimiz. O da ta Eski Mısır’dan itibaren Samî Dinlere geçerek bugüne doğru gelen ve “âmentü” (inandık) denilen kurallardır. İçinde bulunduğumuz ve deneyimlediğimiz ana ilkeleri ortaya koyar. Bunun Arapçasını söylememe gerek yok, Türkçesi şöyle:

1.Yüce ve tek bir sonsuz-sınırsız sistemin (adı her ne olursa olsun) varlığına inanmak,
2.O’nun meleklerine, yani prensiplerine, yasalarına, yetkinliklerine ve yetkinlerine inanmak, “Meleke kespetmek” sözcüğü eskiden çok kullanılırdı, belli bir yetkinliğe ermek ve hizmet ehli olmak, belli görevleri yapma gücüne sahip olmak anlamlarını da içermektedir. Biraz önce “Yogesh Sharda” dostumuzun da anlattığı gibi, “ben” denilen Kral’ın emrindeki üç veziri (zihin, idrak, nefs) yönetebilme gücüdür. Dünyanın efendisi olmak kolaydır, çünkü madde ile ilgilidir; asıl “Kendinin Efendisi” olma savaşı verilmektedir.
3.O’nun kitaplarına (dönemlerinin ahlâkî ölçütlerini de içeren bilgi akışlarının yazılımlarına) inanmak,
4.O’ndan akışları sunan görev üstlenmiş haberci ve elçilerine (peygamber ve resullerine); yani belli dönemlerde belli görevlerle belli model varlıkların geldiğine inanmak,
5.ve sonunda büyük bir hesaplaşma döneminin olacağına inanmak,
6.ve iyiliğin ve kötülüğün (düalitenin/ karşıtlıkların) Yüce Bütün tarafında ölçümlendirildiğine (kanunlara uygun olarak kaza – bilgi – irade - isyan ile muhteşem bir programın hazırlandığına) inanmak. Buna Kaderî sistem de denilmektedir.
7.ve ölümden sonra tekrar dirilineceğine (ve’l-ba’sü ba’del-mevt) inanmak. Bu cümleyi çeşitli şekilde yorumlayanlar mevcuttur. Sistem içinde bir kavram, bir yasa varsa, bu yasa o sistemin her boyutuna ve her kademesine gölgesini atar, kendini ifade eder, fizik âlemde dahî.

“İnanç” denilen kavram, bunların tümüne inanmaktır. Bir kısmına inanır, bir kısmına inanmazsanız, o zaman karşınıza “örtme” fiili çıkar. Amentünün bir kısmına inanıp bir kısmını örttükleri için, bazı kişilere “kâfir” denir. Kâfir, inkâr eden değil, ”örten” demektir. “Çiftçi”lere “kâfir” denmiştir, toprakla tohumu örttükleri için.

Dolayısıyla, sistem yasalarının bir kısmını kabullenip, bir kısmını örtme demek, bakış açısının net olmaması anlamını taşır; orada “perde” var demektir. O perdenin arkasındakini keşfe çıkıyorsunuz, bulunmadığı zaman ise “uydurmalar” başlamaktadır. Duvara toslayıp toslayıp geri sekme gibi…
Ahlâk Yasaları ise, MUSA’nın 10 Emri ile karşımıza çıkmaktadır. Bu TEMEL yasaların bir kısmını uygular, bir kısmını uygulamazsanız… sözgelimi yalan söylemek gibi: Tatlı yalanlar, pembe yalanlar…

Amentünün tamamına inanıp, ahlâkî yasaları tam uygulayanlar ya da uygulamayanlar,
Amentüye inanmayıp, ahlâkî yasaları tam uygulayanlar ya da uygulamayanlar…

Bunların muhteşem bir saçaklanması ve birbirine girişimi dünya üzerinde 7 milyar insan tarafından denenmektedir. Dolayısıyla da bu kadar çok çeşni, bu kadar çok soru, bu kadar çok çalkalanma, bu kadar çok anlama ya da anlamama karşımıza çıkmaktadır. Perdeleri olanlar, inananları sorgularken, ahlâk yasalarını çiğnemekte; inananlar, örtenleri ikna edemediklerinde şiddete başvurarak yine ahlâk yasalarını çiğnemektedirler.

Bu muhteşem sorgulama (Kıyam) çağında, nerede durduğumuzu ve ne olduğumuzu bilebilmek çok önemlidir. Bunun için de nefsimizi/ egolarımızı dizginleyerek ve yönlendirerek yani şeytanımızı Müslüman ederek; idrakimizi açık tutarak ve zihnimizi aydınlığa açarak biraz önce saydığım doğruları DOĞRU biçimde yapmak hedefimiz olmalıdır.

SORULARA KATILIM

Nezire SELÇUK: Arkadaşlar, katkılarınızı bekliyoruz. Bu arada hatırlatmak istediğim bir şey var. Biz burada, arkadaşlarımızın bilgilerini kabul etmek zorunda değiliz. Sadece yürekleri paylaşıyoruz. Bu nedenle, onların bilgilerini eleştirmemek koşuluyla sorularınızı alabiliriz. Buyurun Selma Hanım.

Selma MİNE: Sözünüze bir ilavede bulunarak bir konuyu açmak istiyorum. Kimse kimseye bir şey öğretmiyor. “Öğretme” denilen eylem, doğduktan sonra, şu fizik yaşama bizden önce gelmiş olanların madde dünyadaki bilgileri ve maddenin kullanımını belli bir yaşa kadar bize öğretmeleri durumudur. Ama bizim yaptığımız, “hatırlatmak”tır. Hatırlarız, hatırlamayız. Bilim adamlarını yaptığı çalışmalarda, “inanç geni” bulunmuş. Demek ki o inanç geninin açılması, devreye girmesi veya açılmaması, örtülü kalması söz konusudur. Hatta o genin DNA zincirinde bulunması veya bulunmaması söz konusudur. Eğer öyle bir gene yani yazılıma sahip değilse kişi, öldür Allah anlatın, hiçbir şeyi hatırlamayacaktır.

Ondan dolayı Kutsal Metinlerde, “inananlarla inananları evlendirin” denmiştir. Ortaya çıkacak olan nesil, her iki taraftan gelen genetik kotu taşıyacağı için, daha açık, daha kolay anlayabilen, daha kolay hatırlayabilen kişiler olacak demektir. Biyoloji dersinden anımsayacaksınız, türlerin melezlenmesinde beyaz tavşan-siyah tavşan örneği verilirdi. Dört yavrudan ikisi gri tavşan ise, biri beyaz, biri siyah doğardı. İnançlı ve inançsız iki kişinin evliliğinden doğacak çocuklarda da kesin o geni taşıyanlar, taşımayanlar veya yazılım eksiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Dolayısıyla, bizler birbirimize hatırlatmaktayız. Hatırlarız, hatırlamayız. Biraz önce sunduğum dört grubun namütenahî açılımı göz önüne alınırsa, 7 milyarımız, o muhteşem kristalin bir kesme yüzünü oluşturmaktayız. Her birimizde IŞIK, bir şekilde, nüanslarla kırılmaktadır. Aynı şeyi birlikte düşünüyor, algılamaya çalışıyoruz. Osman SOYSAL Bey, 7 kat yasalarından bahsetti. 7 x 7 = 49 kat farklı kişilik boyutlarının da kendi içlerinde yine 7’şer kırılmalarının karşımıza çıkaracağı rakamı, bir de 12 ayrı karakterin akıl/duygu frekansları ve olumlu/olumsuz yanları ile çarpın… Üstelik bunları, hem amentü hem de ahlâk yasalarının her biri ile harmanlarsak, dehşetengiz rakamlarla karşılaşırız… Bu muhteşem 7 milyarın içinde, seçilmiş gruplar denilen tam kapasite ile çalışan, ruhsal ve zihinsel aydınlığa ulaşmış model insanların, yani sentez kişilerin sayısı belki 2 milyardır, belki 500 bin kişi… Hani o cennet ortamına kurtarılacağı söylenenler…

Açmak istediğim başka bir konu var; o da şu: Biraz önce Şevki CAN Bey’in değindiği “Hologram” olayı ile 1976’da öğrenci olarak gittiğim İngiltere’de, Londra’da “Light Fantastic” adlı bir sergide karşılaşmıştım.

Bir Levhaya ışık vuruyor ve o levhanın üzerindeki görünmeyen kayıtları, bir görüntü olarak ortaya çıkarıyordu. Birinde, savanlar arasına gizlenmiş 4 kaplan yavrusu kaplan yavrusu… 8 milyon hertz titreşimde ortaya çıkıyordu. Dalında oturmuş harika bir baykuş, 3 milyon hertz titreşimde… Çok hoş bir palyaço vardı, diyelim ki o da 5 milyon hertz titreşimde ortaya çıkıyordu. Bu muhteşem titreşimler okyanusunda, kaplan yavrularını, baykuşu veya palyaçoyu bir araya getirin, iç içe oldukları halde hiçbiri birbirini algılamayacaktır. İşte biz de varlık âlemdeki bu muhteşem var oluşta, kendi bulunduğumuz frekansın dışındakileri fark edemiyoruz. Onlar bizim için HAYAL, biz de onlar için hayaliz! Hangi tarafta olduğumuza ve hangi taraftan baktığımıza bakıyor. Ama hangi tarafta olursak olalım, Muhyiddin-i Arâbî’nin dediği gibi, “o taraf gerçek taraf” olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken şudur: Her şey hayaldir, biz de hayaliz… ama burada, bu âlemde ve kendi programımız içinde, kendi gerçeğimizi yaşamaktayız!..

Batı Anadolu, GREK-İYON (IŞIK) uygarlığında, bu levhanın karşılığı TABULA RASA’dır. İngilizcedeki “table” = masa sözcüğü, eski dillerdeki “tablet” sözcüğü veya bizim dilimize giren “tabela” sözcüğü de bu kelimeden gelmektedir. Kur’anda Levh-i Mahfuz yani gizli levha/ tabela olarak geçer. Belki de hologramımızı yaratan gizli levha. Hangi ışık vuruyor? Kendi özümüzün ışığı vurduğunda, çıkan hologram bizi oluşturuyor. Şöyle diyor Batı Anadolulu düşünürler: “Tanrı, günde 360 kere levhaya bakar, siler, tekrar bakar!” Bu, belki de gün boyunca kişinin, Tanrısal ÖZ’ünün dürtüsüyle, neredeyse 4 dakikada bir, çok değişik düşünceleri, duyguları yaşaması veya çok değişik ruh hallerini yaşayabilmesini; ya da aydınlığının da safhalarını ifade etmektedir. Bu yüzden, bazen bir yaptığını bir yaptığı hatırlamamaktadır. Tıpkı 5 milyonun 8 milyonu veya 3 milyonu hatırlamaması gibi…

Fizik ortamda yaşadığımız için, size ikinci bir fiziksel örnek daha vermek istiyorum. Uzayın sıcaklığı -273 santigrat derecedir. Buna mutlak soğuk denmektedir. Belki de mutlak sıcaktır. “Soğuk” ve “sıcak”, yüce boyutlarda ne anlam ifade edebilir ki? Tıpkı “zaman” gibi… bir yere “sıfır” işareti koymuşuz ve çizgisel olarak bunun altı soğuk üstü sıcaktır demişiz… -273 derece, maddenin sınırı… bunun altında madde çözülüyor, plazmaya dönüşüyor; atomlar ve daha da derece düşünce partiküller ışımaya başlıyor. Yani bizim göremediğimiz gerçek IŞIK EVREN ortaya çıkıyor, demektir. Bunun anlamı, biraz önce konuşmacıların da değindiği gibi, biz, KARARMIŞ, soğumuş veya ısınmış; her ne ise, KATILAŞARAK KARARAN taraftayız.

Dolayısıyla da KARANLIKTA OLAN BİZLERİZ. Ve bizde AYDINLIK tarafın bilgisi olduğundan dolayı, o tarafı GÖRMEYİ ve o tarafa DÖNMEYİ HAYAL EDEREK yaşıyoruz. Bu bizim kayıtlarımızda mevcut. Çünkü kararmayı, katılaşmayı ve madde denilen düşük titreşimde deneyim yapmayı BİZ KABUL ETTİK. Bu yüzden “Maddeye girmiş olanlar ve maddeyi deneyenler, girmemiş olanlardan daha makbuldür”, denmiştir. Bu, kuramsal olarak bilgiye sahip olmak ile o kuramın pratiğini yapmak arasındaki farktır. Biz, maddeye girme akdi verenler, en zorunu becermeye çalışmaktayız.

Teşekkür ederim.

Soru (Sema ÇAVLI): Çocukluğumdan itibaren öğrenmeye, yararlı olmaya ve hizmet vermeye çalışmayı ilke edindim. Amacım iyi, doğru, kâmil bir insan olmak. Yapabilirsek GERÇEK İNSAN olmak ama hep kafamı meşgul eden bir soru var: Bu kadar öğrendikten sonra, biz madem unutacaksak, bunları tekrar tekrar neden hatırlayıp duruyoruz. Neden bu yola başvuruyoruz? Yükselmişken, neden yeniden alttan başlıyoruz?

Nezire SELÇUK: Biz kendimiz için değil, dünya için buradayız. Tanrısal evrimin yapıldığı yegâne yer, dünyadır. Bütün güneş sistemlerine burada yaptığımız çalışmalarla yayın yapmaktayız. Burada elde ettiğimiz Tanrısal değerleri neşrediyoruz, zerk ediyoruz. Bu, sadece gürz değil, kürzleri de içeriyor. Durgun olan alanların ışımasını sağlayan, daha yüksek bir bilinç üretimi için, daha güçlü etki alanları yaratabilmek ve cennetler oluşturabilmek, yaratımı sağlayabilmek için… sizler yaratıcısınız. Sizdeki güç değiştirebilir, dönüştürebilir. Bu çok önemli.

Soru: Selma Hanım’a, değişmemek ve gelişmemek daha mı iyi diye sormak geçiyor içimden. Çevremde gelişmek, öğrenmek, hatırlamak konusunda hiçbir kaygısı olmayan kişiler var. Doğuyorlar, büyüyorlar, ölüyorlar… Bu kişiler eşim de olabilir, çocuğum da olabilir. Algılamak veya dünya için kaygılanmak gibi bir sıkıntıları da yok… “Doğrusu bu mudur acaba?” diye düşündüğüm oluyor.

Selma MİNE: Bir ayet der ki: Cennet denilen YARATIM boyutlarına kimler girecek? “Müslümanlar yani temel kural ve yasalara teslim olanlar, iyi Hıristiyanlar, iyi Museviler...” ve saymaya devam eder, “iyide, doğruda, güzelde, hayırda olanlar cennete girecekler.” Düalite burada da karşımıza çıkmaktadır: YARATANLAR ve TALEP EDENLER.

Hepimiz yaratıcı mıyız? Konuşmamdaki sıralamama tekrar dönüyorum: Heplik ve Hiçlikler içinde, “Vardan var edenlerden miyiz? Yoktan var edenlerden miyiz? Hiçten var edenlerden miyiz?” Şöyle örneklemek isterim. Şu size yaptığım konuşmam dahil evraklarımı koyabileceğim bir portföy hayal edebilirim. Bu TALEP etmektir. Hiç olmayan bir şeyin Misal âlemine imajını gönderir, teklifte bulunurum. Başka yerde bir başkası o imajı alır, modelini çizer, ortaya koyar; yoktan var etmiştir. Bir başkası da kumaştan, deriden, plastikten veya daha önceden materyalize edilmiş herhangi bir malzemeden onu üretir; o da vardan var etmiştir.

Bu bize ne sağlar? Bu, madde âlemde, maddeden maddenin yaratımı, üretimi… giderek madde âlemin biçim değiştirmesi; dünya şuurunun da kendi içinde yükselmesi ve değerlenmesi durumudur.

Sözünü ettiğiniz kişilerin inanç geni açılmıştır, açılmamıştır veya yarı açılmıştır; ama o 10 Emir denilen yasaları, ŞEKİL’ciliğin de ötesinde GÖNÜL ve BİLİNÇ ile yerine getirdikleri ölçüde, yaratıcı olmasa da talep eden, imaj yaratan varlık olma basamaklarını çıkacaklardır. Sözgelimi hep maddesel olarak beşeri boyuttaki “zinâ” düşünülür. Ya bâtınî anlamda gönüldeki “zinâ” nedir? Ya bilinç boyutlarındaki “zinâ” nasıl olur? Her kişinin dünya üzerinde az veya çok bir rolü vardır. Sadece hayatı boyunca bir kez “evet” veya “hayır” deme rolünü üstlenmiş olsa bile. Beş yılda bir seçim sandığına giderek atacağı oyla gidişin yönünü değiştirme yetkisine sahip olsa bile… Rolünü oynar, hayal eder, talepkâr olur…ve gider.

Unutma ve her doğumda tekrar tekrar hatırlama/ hatırlatma durumuna gelince. “İnsan” sözcüğünün “nisyan” veya “insa” yani “unutkan” sözcüğünden türemiş olduğu düşünülmüştür. “Unutanlar” demektir. Düşünün ki, hiçbir şeyi unutmuyorsunuz… güzellikler bir yana, size yapılan yanlışları, kötülükleri, şiddeti, öfkeyi… ölüm acılarını, aşk acılarını, terk edilmeleri… ilâhiri… Hiçbir şey yapamaz duruma gelirsiniz… Dolayısıyla RUH VARLIK için, bu madde ortamda, hızla değişebilen, kendini ortama ayarlayabilen ve unutabilen yani bazı şeyleri yavaş yavaş veya hızla silebilen bir materyal ile deneyim yapma prensibinin ortaya çıktığı görülmektedir.

Şimdi yine fiziksel bir açıklamada bulunacağım. İnsan bedeni, 75 trilyon civarında protein hücresinden oluşmuş bir HÜCRELER DEVLETİ’dir. Bu hücrelerin ortalama ömrü 60-70 gün, kemiklerde 120 gün, beyin hücrelerinde ise yılları bulmaktadır. Hücre yavrulamakta, bilgisini yavruya nakletmekte, sonra da yavrusu tarafından yenilerek dağılmaktadır. Dolayısıyla, bizler CESETSİZ ÖLÜM denilen bir olayı zaten devamlı yaşamaktayız. Ölmeden ölme (ve’l-ba’sü ba’del-mevt) kuralının bu boyuttaki karşılığı da böyle çıkmaktadır karşımıza. Kendini yenileyen, yenilerken değişen, değişirken de bazı bilgileri kaybeden ve yerine yenisini koyan, çabuk bozulan ve dağılan, karmaşık ama o ölçüde de dayanıksız bir malzeme kullanmaktayız. Buna Kutsal Metinler, “libas” yani “giysi” demektedir.

Çabuk bozulan giysimiz dolayısıyla, gerçek kayıtlarımızı “ÖZ”ümüze ve SİSTEM BÜTÜN’üne manyetik olarak yazmaktayız. Eskiyen giysimizi çıkardığımız ve yeni bir giysiye büründüğümüzde, geldiğimiz zamanın bilgisini, bizden önce gelenlerden öğrenirken ve yenilenen maddeyi tanırken; özümüzün ışığının vurduğu o gizli levhaya kayıtlı bilgilerimizin de hatırlanması gerekmektedir. Bu hatırlama işleminin yerine gelmesi için ise, kişinin kendi öz varlığı ile yüzleşmesi, kendi kendisinin efendisi olması gerekmektedir. Tüm Kutsal Metinlerin gösterdiği DOĞRU YOL da zaten bu kavuşmanın, vuslatın anahtarlarını bulma yöntemlerini bize sunmaktadır.

Soru: Konuşmacılar, Dünyanın doğum yaptığı söylendi. Türkiye, Anadolu bu bağlamda ne kadar önemlidir? Ne kadar bir yer tutuyor, dünya ortamında? Ne kadar etkiliyiz? Daha önceki bilgilerden bunların cevapları bulunabilmiş mi?

Selma MİNE: Arkadaşların açıklamalarına ilave olarak, Anadolu ile ilgili, kadim bir bilgiyi sunmak isterim. Dünya bir beyin olarak düşünülmüştür. Avrupa’nın bir bölümü ile Asya tarafı sol lobu, Amerika sağ lobu temsil eder. Doğu’dan gelen fikirler, düşünceler, inançlar; Batı’da maddeleştirilir. Bildiğiniz gibi sol beyin hücreleri kavramsal değerler, sağ beyin hücreleri şekilsel değerler üzerinde başarılıdır. Mu İnançları, Uzak Doğu Mistisizmi, Horasan Erenleri ve devamının Güneş’in izlediği şekilde doğudan batıya doğru gelişi; sol beynin, bedenin sağ yanına tesir atması ile özdeş durumdadır.

İki ana beyin lobundan çıkan ana sinirlerin, bedene girmeden önce kesiştiği bir yer vardır. Ondan sonra sol beyin küre sağa hükmetmeye başlar, sağ beyin küre de sola. Türkiye, Dünya Beyni’nde, işte o kesişme noktasında bulunmaktadır. Açın Dünya Atlasını, bakın Türkiye’nin yerine, göreceksiniz. BİZ, Doğu’ya göre Batı’da, Batı’ya göre Doğu’dayız. BİZ her ikisiyiz… dolayısıyla Doğu’dakilerin de Batı’dakilerin de genetik kotları bizde mevcut ve Anadolu özel bir IŞIMA ALANI’na sahip.

 
  Bugün 80 ziyaretçi kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol