Birlik İlmi
  AKIL VE VAHİY
 

Sempozyum “İSLAM”da, Peker SELÇUK’un konuşma metni…

AKIL VE VAHİY

Tanrı’nın şahitliği veya ikazı aklı dışlamaz. Aksine aklı ön plana yerleştirir. Birinci öncelik aklındır. Tanrı, aklın işlerliğini kolaylaştırır. 

Dinler Tarihi ve teolojinin ortaya çıkan ve çözümsüzleşen proplemlerde, başvurulan bir bilirkişisi vardır. Bu kişi, ünlü teolog/filozof Paul Tillich’tir. Ünlü filozof, eserinde; aklın, akıl ötesine geçmesi; aklın, kendisini inkarı değildir der. 

Yine bu filozof; vahiy, gerçeğin bilimsel ve tarihsel analizlerin; yetersiz kaldığı bir boyutuna aittir der. Yani fizik ötesini işaret etmektedir. Manevi alemi hatırlatmaktadır. 

Vahiy, varlığın esasıyla aklın derinliğinin belirginleşmesi, netleşmesidir. 

O varoluşun sırlarıyla, bizim nihai ilgimize parmak basar. Vahiy, bilimin ve tarihin içinde oluştukları şartlarla ilgili söylediklerinden bağımsızdır. Aynı zamanda o bilim ve tarihi kendisine bağımlı kılmaz. Onun kritiği yapılmaz, yapılamaz. 

Gerçeğin değişik boyutları arasında çatışma, zıtlaşma olmaz. Akıl, vahyi vecd ve mucize yoluyla alır. Fakat akıl, vahiy tarafından tahrip edilmez; eleştirilmez. Dikkatlerinizi bu son cümleye toplamanızı isterim. Zira, işin en önemli ve düğüm noktası budur. Keşke bütün din adamları, İslam ulemaları bu cümleyi bir kenara yazmış olsalardı. 

Evet akıl, vahiy tarafından inkar edilmez. Yok sayılmaz. Ve aynen bunun gibi, vahiy de akıl tarafından inkar edilmez; yok sayılmaz; içi boşaltılmaz. 


Kuran; ilmin, aklın tek üstünlük ölçüsü olduğuna ilişkin yüzlerce ayet içermektedir. Allah’ı isim sıfatlarından olan alim kelimesi, 162 kez kullanılmıştır. Bizatihi ilim sözcüğü, 100 küsur yerde geçmektedir. 

Alim; bilen, ilmi, edebi ve ezeli olan Cenab-ı Hak’tır. İlmin karşıtı, cehalettir. Kuran, kendisinden önceki dönemi, cahiliye dönemi diye vasıflandırmaktadır. 

Hz. Muhammet, bir hadisinde, “Allah Teala’nın ilk yarattığı akıldır.” Der. Envarü’l Aşıki’nde şöyle denir: “Ey ilahi esrarı arayan kişi, bilmiş ol ki Allah Teala aklı yarattığı vakit, ona: Gel dedi geldi. Git dedi gitti. Konuş dedi, konuştu. Sus dedi sustu. Bunun üzerine Allah Teala akla: İzzet ve celalim hakkı için, senden sevgili bir yaratık yaratmadım ve sana sabırdan üstün bir şey vermedim.” Buyurmuştur. 



Allah Teala yine akla hitap ederek, önüne bak dedi. Akıl önüne bakınca güzel bir şey gördü. Kim olduğunu sordu. O da senin bensiz bulunamayacağın nesneyim. Ben başarıyım dedi. 

O halde Allah’ın indirdiği ile İslam adına hükmedenlerin de öncelikle teslim olacaları yüce değer akıldır. Kuran, işletilen aklı veya aklın işletilmesini özellikle vurgulamaktadır. 

Yunus Suresi (100), akıllarını kullanmayanlar üzerine Allah şeytanı musallat eder ve onları pislikte bırakır der. 

Bir yorumda da şöyle söyleniyor: Akıl ve ilimle ispatı yapılamayan şey, itikat konusu yapılamaz. 

Bir başka yorum: Mükellef (yani Müslüman) yükümlü tutulduğu şeyin mahiyetini (aslını, esasını) dinsel nakillere ihtiyaç duymadan aklıyla da bilebilir. Çünkü Allah, hikmet sahibidir. Çirkinlik ve abesle meşgul olmaz. Allah’ı bilmek ve ona ulaşmanın yolu da aklın sağladığı delillerdir. Bu noktada nakillere ihtiyaç duyulmaz. Aklını işleten doğruyu bulur; yolunu bulur.

Bir varlığın akıl yoluyla bilinecek şeylerde nakle ihtiyacı olmaz. Mesela, zulmün kötülüğünü bilmek için nakle ihtiyaç yoktur. ( Kadı Abdulcebbar el muğni)

Sözümüzün başında Allah’ın ilk yarattığı akıldır ve yeryüzüne indirdiği de akıldır demiştik. Hal böyle ise din adına yapılanları şöyle bir sinema şeridi gibi sürütle izleyelim; düşünelim. Din adamı, aklı bir tarafa iterek, dini meşguliyetinin %90’ını, enerjisinin ise tamamını kadının kılıkkıyafetine, kadının hallerine ayırmasına ve aklı dışlamasına ne demeli? 

Tarihi zaman içinde İslam, bilimsel bilgi; akli bilgi; deneyime dayalı bilgi ile meşgul olmayı yasaklamış, bunları Allah’a meydan okuma gibi görmüş. Uğursuzluk getireceğine dair fetvalar verip bilgi, bilim, bilim adamı kavramları sınırlandırılmıştır. 

Bu bağlamda, sizlere hikaye değil, tarihi gerçekleri anlatmak istiyorum. Hatırlayanınız çıkar mı bilmiyorum. Hatırlayan varsa beni teyid etsin.

Lagari Hasan Çelebi adında bir gerçek şahsiyetten, bir akıldan söz edeceğim. Bu zat, Padişah’ın huzurunda 1600’lü yıllarda, ilk füze denemesini gerçekleştirdi. O yüzyılda ilk füze denemesini beş ayak üzeri sekinin üzerine kurulu devasa bir fişeve benzeyen, kendi yaptığı füzesinin ortasındaki kafesli kısmına binerek, ateşleyin diye bağırdı. Füze oturduğu platformu terk ederek yükselmeye başladı. Füze yükseldi, yükseldi sonra barutu bitince de düşüşe geçti. Lagari Hasan Çelebi, kendi icadı paraşüt ile boğazın sularına yumuşak bir iniş yaparak, keşfini İstanbul halkına ve Padişah’a kanıtlamış oldu. 



Yine aynı dönemde; aynı yıllarda, hepinizin bileceği bir ikinci kişi/akıl, Hezarfen Ahmet Çelebi, Galata Kulesi’nden havalanarak ince uzun bedeni havada süzülerek, bir martı misali, boğazın üzerinden süzülerek Üsküdar Doğancılar Meydanı’na indi. 

İstanbul halkının soluğunu tutarak izlediği bu muhteşem gösteri bittiğinde, binlece kişi alkışlarken, padişah da alkışladı. Ve gülerek yanındaki paşaya “ahir zaman vesselam” diyerek mutluluğunu dile getirdi. 

Ancak, İslam Uleması: Böyle garip ve denetimi mümkün olmayan çılgın akıllar, kontroldan çıktıkları taktirde her türlü melanetliğe alet olabilirler.

Hatta, maazallah bir gün Saray-ı Hümayun’a havadan inerek, şevketlü padişahımızın kılına halel getirebilirler. 

Padişah, “durun, hele bir şu ademlerle görüşelim de kararımızı ona göre veririz.” Diyerek ulemayı başından def etti. 

Ancak, ulema; Ehl-i İslam’ı tehlikeye atamayız diyerek fetvayı verdi. 

“İş bu adem kişiler, avf edilecek bir ademdirler… Her ne murad ederlerse ellerinden gelur. Böyle kimselerin, bekası caiz değildir Sultanım.” Ne emredersiniz? Ferman Hünkarımızındır der. Padişah da “Lagari’ye yaptığımız gibi buna da bir kese altın buyurduk. Ancak kesesini alır almaz Cezayir’e gönderilsin. Lagari’yi de tam tersi istikamete Kırım’a gönderilsin. İkisi aynı yerde bulunurlarsa, ne edecekleri kestirilemez. Bir daha ikisini de gözüm görmesin.” Der. 

Ferman padişahındır. Gereği yapıldı. Sürüldüler. Sürülenler onlar değildi, Ehl-i İslam’ın hayrı için akıl sürüldü. Sonraki yıllarda ve sonraki yüzyıllarda doğacak akıllar da sürüldü. Ehli İslam’ın huzuru bozulmadı. 

Amaaa aynı çağdaki Avrupa’ya da bir bakalım. 

Leonordo dö Vinci anatomik çalışmalarla ilgileniyor. Nicolas Kopernik astronomik çalışmalarla meşgul, Bacon, Bilgi güçtür diyor. Galileo, güneş sabit, dünya onun çevresinde dönüyor diyor. Johannes Kepler, günümüz Uzay Fiziği’nin temellerini atıyor. 

William Harwey, kan dolaşımının bilimsel verilerini ortaya koyuyor. 



Biz o yıllarda, insanın uçacağını gösteriyoruz ve yeryüzünün ilk füzesini yapıyoruz. Ancak yapanları sürgüne gönderiyoruz. Sonraki nesillere ve akıllara gözdağı veriyoruz. Niçin? Ehl-i İslam’ın huzuru için. 

Ha affedersiniz. Unuttuğum bir olay daha var. Onu da anlatmalıyım. Ehli İslam’ın huzuru çok önemlidir arkadaşlar.

Tarihimizin çok ünlü bir bilgini, alimi var. Takiyüddün Mengüberdi. Bu büyük alim, bugün önünden geçtiğimiz tophane bayırına büyük bir rasathane kurdu. Şöyle böyle değil, çağına göre günümüzün Nasa’sından daha üstün bir konumdaydı. 

Ehl-i İslam’ın, Şeyhül İslam’ın padişaha gönderdiği fetvada şunlar yazıyordu: 

“Gökleri incelemeler, uğursuzluk getirir. Bu işler Allah’a meydan okumaktır.” 

Ertesi gün, rasathaneyi topa tutarak yerle bir ettik. Hem de “bilim, çinde olsa alınız.” İman buyruğuna rağmen…

Çünkü Allah önce aklı yarattı ve hem de izzet ve celalim hakkı için, senden sevgili bir yaratık yaratmadım hükmüne rağmen… 

Saygılarımızla, 

Peker SELÇUK
Süper İnsanlık Realitesi Derneği
SEMPOZYUM (İSLAM)

 
  Bugün 14 ziyaretçi kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol