Birlik İlmi
  GAYB'A DAİR - Peker SELÇUK
 

GAYB’A DAİR
Peker SELÇUK
IŞIK İNSAN SEMPOZYUMU
13.05.2012

Konumuz, Gayb İlmi, Gayb Bilgisi... Bildiğimiz, tanıdığımız bir kelime; bir kavram... Her ortamda gündeme gelir. Kelimenin yüklendiği anlam bakımından geniş bir yelpaze oluşturur.

Gayb’ı herkes kendi meşrebince yorumlamakta ve anlatmaktadır. Bilirsiniz malum hikayeyi. Hintli Mihrace’nin körlerine fili tesvir ettirmesi gibi birşey. Her kişi dokunduğu algıladığı kadarı kadar, yine bu sınırları içinde bir tanımlamak yapmaktadır. Bütünü tanımlayamamaktadır. Esas olan Bütünün tanımlanması olmalıdır.

Büyük Din Alimleri’nin ve Ulemaların da ayni yolu izlediklerini görüyoruz. Şimdi ben de sizlere kendimce gaybı anlatmaya çalışacağım. Ancak bilinen kaynakların değerlendirilmesi ile olacak bu açıklama.

Gaybın açıklamasına önce sözlük anlamı ile başlıyalım:

- Gayb, hazır olmayan şey; gizli olan; görülmeyen.
- Göz önünde olmayan şey; hal ve keyfiyet.

Dini ve uhrevi boyutundaki anlamına bakacak olursak; gayb kelimesinin ufku ve sınırları çok genişliyor. Hatta sonsuzlaşıyor.

Din Bilginleri, Ulemalar konuyu enine boyuna yüzyıllarca incelemiş ve irdelemiş ve bazı sonuçlara ulaşılmıştır. Gayb konusu her devirde ve her düzeyde, insanların ilgisini çekmiş, insan düşüncesini meşgul etmiştir.

Bu konuda yaygın ve yerleşmiş kanaatler, hükümler nesiller boyunca, günümüze kadar hükmünü sürdürmüştür. Mesela;

- Alem-i Gayb: Gözle görülmez şeyler alemi; ahiret.
- Alim-i Gayb veya Alim Ül Gayb: Görünmez şeylerin bilgini, görünmez şeyleri bilen. Kim? Yüce Allah.
- Hazine-i Gayb: Allah’ın nimetlerinin gözle görünmeyen hazinesi, zenginlikleri.

Kuran-ı Kerim Hükümleri’ne bakarsak bu konuda en temel ve kutsal kaynaktır. Yaptığımız incelemede, kırk küsur sürede, gayb konusu anlatılıyor. Ayrıca ayet bazında da bu konu 50 küsur ayette yer alıyor.

Bu inceleme kelimeye farkı önem ve anlamlar yüklemesi yapıldığını gösteriyor. Önemli bir kelime ve önemli bir kavram olduğu pekiştiriliyor. Sürekli insanoğlu uyarılıyor. Anlıyoruz ki gayb, insanın sırrıdır; özelliğidir. Allah’tan başka hiçbir kul, bu sırra, bu bilgiye ortak olamaz, olmaması gerekir.

“O, bütün gaybı bilir; fakat gaybına kimseyi apaçık vakıf kılmaz.” (Cin suresi 72/26)

“Göklerin, yerin sırrını Allah bilir. Ve Allah ne yaparsanız görür.” (Hucurat Suresi 49/18)

“Rabbin, onların sinelerinde gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir.”
(Kassas Suresi 69)

Buraya almadığımız diğer Ayet Sureleri, genellikle,

- Kıyamet olayını işaret eden;
- Göklerin ve yerin sırrını belirten;
- Sur’a üfleneceği günün bilgisi gibi, evren ve arş (uzay) ile ilgili gayb bilgilerini ihtiva etmektedir.
- Ayrıca Peygamber’e gayb ile ilgili sorulan sorulara verilen bilgilerdir.

Kısacası insanoğluna, gaybla meşgul olunmaması ikazı yapılmaktadır. Zira, gelecekten haber verme ve haber almanın korkunç sonuçları düşünülmüştür.

İnsanoğlu çeşitli şeylere bakarak, gelecekte olacak şeyler hakkında anlam çıkarma, yani gaybden haber verme gibi bir çeşit merak ve uğraşı içindedir. Bildiğimiz gibi bu, falcılık olayıdır. Bakla Falı, El Falı, Kahve Falı, İsgambil Falı; Kitap Falı gibi... Kimse bunun tehlikeli sonuçları olabileceğine aldırış etmeden ilgilenmektedir. Bir de bunun profösyonel insanların elinde nasıl yozlaştırıldığını da unutmamalıyız.

Bu kadar önemli ve anlam yüklü kelime, edebiyat aleminde de seslendirilmiştir. Birkaç cümle ile yaklaşımlarını izleyelim:

- Onlar, cihanı gayba nigah eylemektedir. (Muallim Naci)
(Onlar, gayb alemine bakmaktalar. Çünkü orada birşeyler görülmektedir.)

- Gayb Ordusu’ndan imdada gelmiş bir Veli. (Ömer Seyfettin)
(Cihad uğruna savaşanlara mana aleminden bir destek... Veliler, yardıma koşuyorlar.)

- Rabbi’min arşını (uzayını), görür gibiyim. (yani uzayı izliyorum. Orada olanları görür gibiyim. Orası bana apaçık...
- Gayb ile aramdaki perde kalkı ve müşahadem gayba ulaştı.
- Gözleri ile Gayb Alemleri’ne bakan kahinler gibi (Reşat Nuri Güntekin)
(Gayb Alemi’nden bilgi edinmek için uğraşan kahinleri hatırlatıyor.)

Gayb konusu, Tasavvufun temel kavramlarından biridir. Ve Tasavvuf Ehli’nin yaşam ortamıdır. Her zaman gaybın içindedirler. Mutasavvıf, ayırdetmeksizin iki alemde yaşar ve iki alemde gözlemler yapar; görev yapar. Nasıl yani!?

Bu üstün nitelikli kişiler, Dervişler-Şeyhler-Pirler-Üçler-Yediler-Kırklar dediğimiz Yüceler, her daim tayyi zaman, tayyi mekan içindedirler. Bir orada, bir burada... Zaman ve mekanın ötesine geçmek, bu Yüceler için sorun değildir. Olağan bir durumdur. Yaşamlarının bir parçasıdır ve gereğidir.

Gayb Alemi’nin yani madde aleminin ötesindeki gözle görülmeyen alem, onların öz yurdudur. (Onlar, beşeriyet hicabını, basiret gözünden sıyırırlar ve Gayb Alemi’nden ilhamlarını türlü türlü zevklerini, canların damağına taddırırlar.) diyor. Eşrefoğlu Rumi. Sadeleştirirsek cümleyi: İnsanın gözündeki, önündeki perdeyi, engeli aşıp, Gayb Alemi’nin güzelliğini, hoşluğunu canların damağına, ruhlarına taddırırlar. Onlar için gayb diye birşey sözkonusu değildir. Onlar, o gaybın kendisidirler.

Sözünü ettiğimiz Yüceler’e “Gayb Erenleri” diyoruz. Bu yüceler, Gayb Erenleri olarak anılırlar her yerde. Tasavvuf öğretisine göre, her asırda Cenab-ı Hakk’ın alemi idareye memur ettiği, görevlendirdiği insanlardır, varlıklardır bunlar.

Bunlar Rical-i Gayb’dırlar. Üçler, Yediler, Kırklar... Bunlar, Allah’tan başka hiçkimsenin bilmediği; Gayb ve Zat Sırrı’na ermiş, Gayb-ı Mutlak’a yükselmiş varlıklardır. Bunlar, gözle görülmeyenleri görenlerdir. Akılla bilinmesi mümkün olmayanları bilenlerdir.

Bu noktada, Bütünlüğümüz’ün açıklamış olduğu yeni ve sıcak bilgilerden, kısa, özet bir bilgi aktarmak istiyorum:

“ Canlarım, dünyanın okuttuğu insan, Dünyanın Tohumu olan insandır. Ve bu insan, doğum-ölüm değil; ışık ile dünyadadır. Sizler bu İnsan’sınız. IŞIK İNSAN...”

“ Gaybı bilen, Allah’tır denir. Ve Allah, insanda, kendi yoğunluğunda ışır. Ve Dağlarım, artık biliniz ki dürümlerimizde, hiçbir Kuran Kaynağı, Kutsal Işığın dışında kalmayacak.”

Bilinir ki Gayb, kapalı şuur içindir. Hakikiyete varan için biliş, oluş ve hak edip hususi olarak kayıtlanışla birlikte, ati olan yarın, dillenir ve O’nda dinlenir. O, öz geçişleri yapar ve Ruhsal Işığa varır. Onun adı, artık İNSAN’dır. O biliştedir...

Değerli Dostlar,

Yüce Allah, ( ben yeryüzünde bir Halife yaratacağım.) dedi ve yarattı. Ona Halifeliğin yanında Naiblik Görevi de verdi. Yani yaratılırken, bir takım yeteneklerle donatıldı. Üstün kabiliyetler ve sezgi bilgisi verildi.

Bu yetenekler sayesinde insan, kendi gayreti ile kendisi, çevresi ve diğer yaratıklar hakkında bazı bilgiler edinebilir. Ve birtakım gerçeküstülükleri kavrayabilir. Bütün bunlar, sınırlı, kendi gücü oranındadır. Bu çerçevede, insan gücünü aşmayacağı konularda gaybı Allah’ın Halifesi sıfatı ile pekala bilebilecektir. Nasıl mı!? Herşey Allah’ın lutfu keremi ile olur. İşte size yaşanmış bir olay, bir hikaye!

Olay 1637 yılı Şubat ayı içinde yaşanmıştır. Devrin Hükümdarı Padişah 4. Murat Han, bildiğimiz gibi, tebdili kıyafetle geceleri dolaşır; denetlemeler yapardı. Şubat aynını sonlarında bir yatsı ezanı sonrası, yanında Veziri Sadettin Paşa ( o da tebdili kılıklı) olduğu halde, Üsküdar’dan kayığa binmişti.

Kayıkta orta yaşlı bir kişi daha vardı. Kayıktaki bu dört kişi arasında koyu bir sohbet başlamıştı. Bu sohbet esnasında, orta yaşlı bu şahsın, Ünlü Remilci Ahmet Çelebi olduğu öğrenildi.

Murat Han kayıkta oturduğu yerden, kandilin ölgün ışığı altında oturmakta olan, Ahmet Çelebi’yi bir süre sezdirmeden izledi.

Sonra Padişahın sert uygulamalarından; yasaklarından açtı ağzını, yumdu gözünü. Fakat her nekadar konuştuysa da kimse ağzını açmadı. Kimsenin ağzından padişah aleyhine tek kelime çıkmadı. Sonunda;

“Sen iki düşünen bir söyleyen birine benzersin Ahmet Çelebi.” Dedi. “Senin gibi adamları severim.”

Ahmet Çelebi hafifçe tebessüm etti.

“Evladım siz ne iş tutarsınız?”

“Biz eskiciyiz” diyerek. Adama doğru sokuldu ve fısıldadı Murat Han… “Ahmet Çelebi haydi bir remil at da Murat Han’ın şu anda nerede olduğunu söyle bize ha…”

“Öyle her vakitte remil atılmaz oğul. Kuşluk vakti atılması uygundur. Ve ben o vakitleri tercih ederim. Eğer istersen…”

“Yok” dedi Murat Han, “ hatırımı kırma, hele Çelebi. Şimdi at.”

“Madem ısrar edersin, delikanlı iyi o halde…” dedi, Remmal ve kuşağından çıkardığı bir kağıt üzerine, kömür uçlu kalemiyle, bir takım geometrik şekiller çizmeye başladı.

Aynı zamanda da Ayet-el Kursi, üç Ya Latif, üç İhlas ve bir Fatiha Suresi okudu. Ardından Yunus Süresi 59. Ayet’e geçti. “Ve İndehu mefatihul gaybi la ya lemü ha ve Ya lemu ma fil berri vel bahri vema teskutu min ve raka tin illa ya’lemuha vela habbatin fi zulumatil ardi vela ratbin vela yabisin illa fi kitabın mubiyn”

Son olarak da “Allahümme ya Alimes sıri vel hafiyat veya men la Yahfa aleyhi şey’ün fil ardi vela fis semaen tezharali fi zamiri haza” duasını okuyarak remilini attı.

“Allah Allah”

“Hayır Çelebi?”

“Murat Han şu anda deniz üstündedir delikanlı.”

Murat Han, Veziri Sadettin Paşa’ya baktı bir an.

“Buraya yakın mı uzak mı peki?”

Ahmet Çelebi, yine bir takım zorlu hesaplar yaptıktan sonra; hayretinden soluğu kesilmiş halde ve kaygıyla;

“Ey oğul, ben ömrümü verdiğim bu gizli ilimden azıcık da olsa bir pay sahibi olduysam eğer, Murat Han çok yakınımızdadır. Yo yo! durun bir dakika… Yakın dahi denemez… Murat Han bu kayağın içindekilerden biridir.”

“Ben Remmal Ahmet’im”dedi Çelebi. “ O halde ya sen ya şu sessiz arkadaşın ya da bizzat kayıkçının kendisi Murat Han’dır.”

“Bana bak Çelebi” diyerek, kolunu sıyırdı ve üzerinde Devlet-i Aliye nişanı bulunan çelik bilekliğini gösterdi Hünkar.

“Murat Han benim bre gafil. Sen ki böyle fisk-u fücurla iştigal edersin ve hem Allah’ın hem de yeryüzündeki Sultanının hükmünü çiğnersin. Hakkın elbette ki yağlı ilmektir.”

Kısa ve derin bir sessizlik oldu. Ahmet Çelebi’nin o mütevekkil ve korkusuz duruşu Paşa’nın araya girmesi ve tavsiyesi ile Murat Han sakinleşti ve

“Fakat sana yaşaman için bir fırsat vereceğim.” Dedi.

Ve “bir remil daha atıp benim hangi kapıdan şehre gireceğimi bilirsen, hayatını bağışlarım.”

Çelebi kabul etti. Ancak bir şartı vardı. Hünkar’a, şehre hangi kapıdan gireceğini sözle değil yazıyla bildirecek; ancak Sultan bu yazıyı şehre girdikten sonra açıp okuyacaktı. Sultan kabul etti.

Çelebi yeni hesaplar yaptı; yazısını yazdı ve Sultan’a uzattı. Sultan kağıdı alıp kuşağına soktuktan sonra, “çek bakalım Langa Sahili’ne Kayıkçı.” Diye öfkeyle emretti.

Murat Han, Ahmet Çelebi’nin idamını kesinleştirmek maksadıyla Sadettin Paşa’ya dönerek, “tüm duvarcı ustalarını ve aylakçılarını toparla paşa. Tam şu karşında gördüğün duvara (sura) bir teravi vakti tutarındaki bir zamanda, bir kapı açılacak ki tez olasın!”

Ardından da Ahmet Çelebi’ye bakarak güldü.

“Senin gibi mücrümlerin kadli bana farzdır Çelebi!”

Ahmet Çelebi, mütevekkil bir ifade ile büktü boynunu.

“Doğrusunu Hünkarım bilir. Boynumuz hükmüne kıldan incedir.”

Sadettin Paşa, elini çabuk tuttu ve bir saate kalmadan, hummalı bir çalışma ile duvar (sur) yıkılarak, sonradan genişletilmek üzere küçük bir kapı açıldı.

Çalışmaları sahilde Vezirleri ve Paşalarıyla ve Remmal Ahmet ile birlikte izleyen Murat Han:

“Girelim bakalım!” diyerek hükmünü verdi.

Padişah ardı sıra istihza ile kısılmış iri gözlerini Ahmet Çelebi’ye çevirerek güldü. Sonra söz verdiği üzere kuşağından Ahmet Çelebi’nin verdiği kağıdı çıkarıp yüksek sesle okumaya başladı Hünkar:

Fakat ilk kelimelerdeki öfkeli, küçümseyici, alaycı tavırları yazının sonuna doğru yerini dilini dolaştıran bakışlarını sabitleştiren; gözlerini irileştiren müthiş bir hayrete bıraktı.

Kağıtta: “Padişahım, yeni kapınız hayırlı, uğurlu olsun.”

Peker SELÇUK
Süper İnsanlık Realitesi Derneği
Yönetim Kurulu Üyesi

 

 
  Bugün 492 ziyaretçi kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol